Bir mucize ihtimali

Category:

By

/

5 minutes

read

Okuduğum kadarıyla Deleuze arzunun özgürleştirilmesi için nasıl bir politik hat çizilebileceğini tartışıyordu. Bunun için ortaya attığı ve benim en çok ilham aldığım “kaçış hattı/çizgisi” kavramı, bir düşünsel perspektif/bakış açısı toplum nezdinde iktidar oluşturduğunda onunla nasıl mücadele edilebileceğine ve ondan hangi taktiklerle kaçılabileceğine ilişkindir. Bununla birlikte, bence Deleuze’ün kavramsal seti felsefeye mühim bir katkı yapmış olsa da kendisinin de yaşamış olduğu Fransa da dahil içinde yaşadığımız toplum(lar)ın dilsel/kültürel/sınıfsal angajmanlarıyla mücadeleye pek katkı sunmaz. Onun düşüncesi daha ziyade dilsel/kültürel/sınıfsal angajmanlar/pratikler de dahil her şeyin bir derece farkı olduğunu tespit edip, mutabık olunan bir angajman üzerinden baskıya dayalı bir iktidar kurulduğunda mutabık olunandan daha zayıf başka düşünsel perspektiflerle/pratiklerle bu iktidarın tersyüz edilebileceğine/bu iktidara karşı zemini kaydırarak başka mücadele zeminleri ve pratikleri kurulabileceğine ilişkin bir politikaya talip olur. Bu açıdan Deleuze felsefesi tekrara, mutakabata, baskıya, olumsuz duygulara dayalı mevcut reelpolitikle nasıl mücadele edilebileceğine ilişkin bir yöntem haritası sunsa da mücadelenin kendisi konusunda güçlü bir silah değildir. Bunu da sanırım felsefeden değil sanattan beklemeliyiz. Çocukluğumdan beri beni çarpmış ve yaşadığımız topraklarda bunu layıkıyla yaptığını düşündüğüm bir müzik grubu var. Grup Kızılırmak. Grup üyelerinden biri olan Tuncay Akdoğan’ın “Hazar” parçasının sözlerinin ilk kısmı şöyle:

Sonra fark ettim ki
Su akıyor, rüzgar esiyor, yağmur yağıyor
Her şey yine ve aynı şekilde oluyor
Öyle bir yere geldim ki
Sıcak ve soğuk, aşk ve nefret, savaş ve barış
Üşümek ve sonra ısınmak gibi

Deleuze’ün zeminlerin kaydırılmasına zemin hazırlayan her şeyin bir derece farkı olduğu savıyla da uyuşan, insana ilişkin olan şeyleri oldukça sade ve sahici bir şekilde anlatan sözler. Bir tür veda tınısı olan bu şarkıyı dinlediğimde hüzünlenip ağlamışımdır. Bunları yaşayıp Tuncay abi gibi bir gün koyup gideceğimin farkında, bu sözleri şimdi daha metanetle karşılıyorum. Hayatımızda maalesef Deleuze’ün özgürleştirmek istediği arzuların duvara tosladığı bir sürü deneyim yaşıyoruz. Sanırım böyle olmasaydı da hayatta nasıl yaşayacağımıza ilişkin deneyime sahip olamazdık. Ben çocukken futbolcu olmak istiyordum. Beni bir altyapıya yazdırmaları konusunda aileme talepte bulunsam da bu mümkün olmadı. Üzüldüğümü hatırlıyorum. Öte yandan altyapıya yazdırsalar da futbolcu olabilir miydim, o istidat bende var mıydı bilmiyorum. Ama diyelim yazdırsalardı ve karşıma bir problem çıkmadan (ki o zaman da problemlerle karşılaşacağıma kuşku yok) futbolcu olsaydım, sonradan yaşadığım krizlerden, duvara toslamalardan öğrendiğim/deneyimlediğim birçok şeyden mahrum olurdum. Deneyim meselesiyle ilgili bir önceki blog postunda bir şeyler anlattım, daha fazlası lüzumlu değil sanırım. Bir de deneyim dediğim şeyin temeli türkülerde/şarkılarda/edebiyatta/sanatta/hayatta bulunuyor. Gerçi deneyime ilişkin halkın/folklörün/hayatın ya da sanatların sunduğu bilgi mühim olsa da tamamen de ona kapılmalı mı bilmiyorum. Sanki onu da sınamalı sürekli. Bir de hayat konusunda duvarlara toslaya toslaya/kırıla kırıla deneyim kazanmak da o kadar önemli bir şey mi bilmiyorum. Allah mı olacan en sonunda demezler mi adama? Belki de futbolcu olup şöhretli ve mutlu olsam daha iyi olacaktı, onu da bilmiyorum. Öte yandan, futbola istidadım olmasa da bir şeye oldukça eğilimli olduğumu biliyorum. Ne kadar çaresiz olsam da, hatta bu çaresizliğin çokluğu ölçüsünde “umutlu olmak”. Fakat umuda benim yaptığım ölçüde sarılmak da bugünün koşullarını değerlendirme konusunda bir zaaf, gelecekte olması beklenen şeylere karşı temelsiz bir iyimserlik sağlayabiliyor. Böylece bu temelsiz iyimserlik sizi zor durumlara düşürebiliyor ya da düşülen zor durumlarda daha fazla kaybedilecek bir şeyin olmamasından kaynaklı sarıldığınız umudun ördüğü fasit bir dairenin içine… Yine de durum ne kadar zor olsa da bu durumdan kurtulmak için umutla/sebatla çabalamaktan da hiç vazgeçmedim. Bu özelliğimi en çok sol fikriyattan/siyasetten aldım sanırım. Bugün umut konusundaki düşüncem somut durumu/koşulları göz ardı etmeden, bu durumu değiştirmeyi hedefleyen bir çabayla geleceğe dair düş kurmaktan vazgeçmemek gerektiği. Sanırım toplum olumsuz duygularla fazlasıyla yüklü olduğu için bu duygularla politika üreten sağ siyaset somut duruma ilişkin daha fazla içgörü sahibi, solsa benim gibi iyimser bir gelecek düşü kurmaya meyilli. Bazen öylesine fazla karamsar durumlar yaşadım ki, o zamanlar gerçekten mucizeye ihtiyaç duyuyordum. Bu mucize de hiç gerçekleşmedi. Tıpkı sola olduğu gibi. Rashit’in şarkısındaki “Bir mucize istiyorsan gerçekten de ihtiyacın olmalı” sözlerinin aksine. Sanırım, sağ siyaset gibi insanları kendi çengeline takıp sürüklemek için olmasa da, tam da güç/iktidar/tabiyet ilişkileri somut/verili durumda gerçekleştiği, bu ilişkilere somut/verili durumu tanıyabildiğimiz ve ancak bu tanımayla ona müdahale edebileceğimiz için, kendimizi, somut/verili durumu ve bu durum karşısındaki konumlanışımızı sınamayı asla bırakmamalıyız. Hayatta her ne kadar kendime dair umut hissini her zaman taşısam, bu umut hissi çoğunlukla kendi hayatımda gerçekleşecek değişimlerle ilişkili olsa da kurtuluşu yalnız kendim için değil tanıdığım, tanıştığım, içinde yaşadığım toplumda yaşayan diğerleriyle beraber olacak şekilde düşledim hep. Şimdi düşünüyorum, umutla/sebatla düşlediğim/çabaladığım bir mucizeye/kurtuluşa ihtiyacım var mı? Kişisel yaşamım açısından düşününce; “Sonra fark ettim ki, Su akıyor, rüzgar esiyor, yağmur yağıyor, Her şey yine ve aynı şekilde oluyor, Öyle bir yere geldim ki, Sıcak ve soğuk, aşk ve nefret, savaş ve barış, Üşümek ve sonra ısınmak gibi” diyesim geliyor. Toplumsal perspektiften baktığımda ise sürgüne, haksızlığa uğramış, sürekli duvarlara toslamış, hapsedilmiş, sömürülmüş, ayrımcılık yaşayan tüm insanlar için bir mucize olmalı. Çünkü buna gerçekten ihtiyaç duyuyoruz. Öte yandan burada meditasyon, kendimi ifade etme, düşünme pratiği sürdürme vb. gayelerle kendimce bir şeyler yazıyorum. Kendimi çok da önemsemiyorum. Öyle oluyor mudur bilmem ama buradaki metinlere rastlayan, tesadüf eden insanların yazdıklarımı çok önemsemesini istemem. Pek bunlar olmasa da, evet, ciddiye alınmak, yazdıklarımın kaale alınması, yazdıklarım konusunda geri bildirim hem beni mutlu eder hem de geliştirir. Ama dediğim gibi ben de basit bir insanım, güçlü ya da zaafiyet sahibi olduğum taraflar var, herkes gibi. Yine de yaptığım şey temelde tanıdığım ya da tanımadığım başkalarının daha evvel ortaya attığı düşüncelerden beslenerek, ancak onları da bir Allah kelamı ya da mütemmim cüz gibi görmeden, kendi deneyimim çerçevesinde düşünmeye – yadsımaya/ilişkiler(mütakabiliyetler) kurmaya, farkları/benzerlikleri/nüansları anlamaya, üretmeye – cüret etmek. Bir arkadaşımın yıllar evvel önerdiği benim ancak bu sene okuyabildiğim Kant’ın “Aydınlanma nedir?” metninde söylendiği gibi. Bir mucize olacaksa en çok da durumu hakkında şu an bilgi sahibi olmadığım, harika şiirleri olan, bu devranın duvarlarına toslamış, sillesini yemiş Arzu için olmasını isterim. Ola ki gerçekleşirse, her mucizenin yarattığı yeni devranın başkalarına, başka türlü zorluklar, sıkıntılar yaratma olasılığı/potansiyeli taşıdığını bilerek, bunun azalmasını umup, bu olasılığı ve taşıdığı potansiyeli azaltmak için durmaksızın çaba göstererek.

Leave a comment